Şah-ı Nakşibend
(k.s) Hazretlerinin müridlerinden birisi huzurunda rabıta yapıyordu. Bir
ara müridde manevi hâl zuhur etti.
Mürşidin uzaktan
feyiz vermesi, kalplere tasarrufta bulunması Allahu Teala’nın kâmil velilere
verdiği özel bir yetkidir. Allahu Teala velisini seven ve gönlünü onun
gönlündeki nura bağlayan kimseye çok özel ikramlarda bulunmaktadır. Buna
uzaklık mani değildir. Bunun örnekleri çoktur.
Mürid, mürşidini
Allah ile kendisi arasında güvenilir bir rehber görmelidir. Onun Allah rızasına
giden yolda en güzel bir vasıta ve vesile olduğunu unutmamalıdır.
Mürşidin uzaktan
feyiz vermesi, kalplere tasarrufta bulunması Allahu Teala’nın kâmil velilere
verdiği özel bir yetkidir. Allahu Teala velisini seven ve gönlünü onun
gönlündeki nura bağlayan kimseye çok özel ikramlarda bulunmaktadır. Buna
uzaklık mani değildir. Bunun örnekleri çoktur.
Mesela, Veysel
Karanî Hz.leri Resûlullah (s.a.v) Efendimizi hiç görmediği
hâlde muhabbet ve ruhaniyet yoluyla kendisinden
özel terbiye ve feyiz almıştır. Efendimiz (s.a.v) onu ashabına
anlatmış, ismini vermiş, sıfatlarından bahsetmiştir. Ayrıca Hz.
Ömer ile Hz. Ali’ye onu ziyaret etmelerini emretmiş ve onlara şu
tavsiyede bulunmuştur:
“Onunla
karşılaştığınız zaman sizin için istiğfar etmesini isteyin ki Allah sizi
affetsin”(Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, II, 96-100; Hakim, Müstedrek, III,
403-404.)işte bu hâle temiz ruhların tanışması, kaynaşması ve yardımlaşması
denir. Zaten rabıta birbirini seven ve özleyen ruhların buluşmasından
ibarettir.
Kâmil mürşidin
uzaktaki müridinin hâllerini Allah’ın izniyle bilmesi ve görmesi mümkündür.
Ancak bu görme ve bilme şekli sınırlıdır. Mürşidin Allahu Teala gibi her şeyi
gördüğünü ve bildiğini düşünmek haramdır, şirktir. Mürşiddeki bütün yetkiler,
feyiz ve nurlar Allahu Teala’nın ikramıdır.
Şah-ı
Nakşibend (k.s) bu görüşün nasıl olduğunu şöyle belirtmiştir:
“Veliler her
gördüklerini Cenab-ı Hakk’ın kendilerine ikram ettiği feraset nuru
ile görürler. Öyle ki bu nur ile baktıklarında uzak ile yakının bir farkı
olmaz.”
Kâmil mürşidin
sahip olduğu yüksek ahlak, feyiz ve nurlar onun ruhâniyetinden ayrılmaz. Bu
ruhaniyet zaman ve mekân ile bağımlı ve sınırlı değildir. Allahu Teala dilediği
kullarına bu ruhaniyet yoluyla pek çok faydalar ulaştırır. İmam-ı
Rabbani’nin (k.s) belirttiği gibi; bu faydadan bazen mürşidin de haberi
olmayabilir.
Bir mürid, devam
ettiği rabıtasında şeyhinin sûretini düşünürken müşahede veya kendinden geçme
(gaybet) gibi manevi hâllere ulaşırsa rabıtayı bırakıp gelen hâle yönelmesi
gerekir.
Şah-ı Nakşibend
(k.s) Hazretlerinin müridlerinden birisi huzurunda rabıta yapıyordu. Bir ara
müridde manevi hâl zuhur etti. Fakat mürid hâlâ rabıta ile meşgul olmaya
çalışıyordu. Şah-ı Nakşibend (k.s) durumu fark etti, müride hitaben: “Bana
rabıtayı bırak, sana gelen hâle yönel!” diye uyardı. ( İbrahim Fasih, Mecd-i
Talid, 105-106. )
Mürid, bir vasıta
olmadan Cenab-ı Haktan vasıtasız ilim ve feyz alma gücüne ulaşamadıkça daima
râbıtaya muhtaçtır. Arada bir vasıta olmadan feyz almaya güç yetirince
vasıtanın terk edilmesi gerekir. Zira o hâlde vasıtayla uğraşılacak olursa
netice manevi gerilemeye gider. Ancak rabıtanın bırakılacağı zamanı mürid
değil, mürşid belirler.
Râbıtada
mürşid ile mürid arasına kimse giremez, himmet dağıtamaz. Bana yönel
ki seni mürşidle buluşturayım, gibi sözler doğru değildir.
Mürşidin
sağlığında ondan başkasına râbıta edilmez. Bu iş ortaklık kabul etmez.
Rabıtayı vasıta
olmaktan çıkarıp gaye hâline getirmek yanlıştır. Rabıtadan asıl maksat mürşidi
düşünmek değil, onda tecelli eden ilahi nur ve rahmeti seyredip Yüce Allah’ı
zikretmektir. Vesilelerin maksat kabul edilmeleri doğru değildir. Vesileye
muhabbet, Allah sevgisine vesile olursa, kıymetlidir. Yoksa, hayırlı vesile
olmaktan çıkar, kalbe perde olur, sahibine zarar verir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder