28 Ekim 2012 Pazar

Cezbe Nedir?



Sözlükte “çekmek” anlamına gelen cezbe, tasavvufta ise “Hakk’ın kulu kendine çekmesi ve aniden huzuruna yükseltmesi”, demektir.
Bazı İslam büyükleri şöyle derler: “Cezbe bir ikramı ilahidir.”
Bu ilahi ikrama sahib olan kul, Rabb’inin rızasını ve yakınlığını daha çabuk kazanır. Şöyle ki; cezbe kulda bir muhabbetve aşk ateşi meydana getirir. Bu aşk ateşi sayesinde insan Allah’tan gayrı herşeyi unutur. Kendinden geçerek istiğrak haline düşer. Yani cezbe, ruhun Allah’a çekilmesi ve bu sebeble vuku bulan nefsin ıslahı ve kalbin tasfiyesinde manevi bir ilaçtır.
Şah-ı Nakşıbend (k.s.) şöyle buyuruyor: “Bizim yolumuz cezbe ve sohbet yoludur. Biz müridleri cezbe ile terbiyeederiz. Yolumuzun evveli cezbe, ahiri ise kalb huzuru, sekinet ve vakardır. Yolumuzun başlangıcında müntesiblerde vuku bulan cezbe hali, onları dünya muhabbetinden koparır ve feyz alır bir şekilde kalbin Rabb’ine yönelmesine vesile olur.”
Bir kalb ki; cilalanıp feyiz alır hale gelirse o zaman nefs ıslah olma yoluna girmiş demektir.
Bu yol cezbe ile başlar, rabıta ve zikir ile devam eder. Şah-ı Nakşıbend (k.s.) buyurur:
“Rahman’dan gelen bir cezbe ile yapılan amel, ins ve cinnin (aşksız ve hususuz) ameline denk olur.”
AYETLERDE CEZBE
1- “Muhakkak mü’minler o kimselerdir ki, Allah’ı zikrettikleri zaman kalpleri titrer.” (Enfal.2)
2- “Onlar ki Allah anıldığı zaman kalbleri titrer.” (Hac, 35)
3- “Rab’lerinden korkanların, ondan (bu kitaptan) derileri ürperir. (Ondaki müjde ve tehdidi duyunca tüyleri diken diken olur, sonra Allah’ın feyzi içlerine dolar, huzura ererler), derileri ve kalbleri Allah’ın zikrine yumuşar.”(Zümer, 23)
Elmalılı Tefsirinde CEZBE
Allah Teala şöyle buyuruyor:
” Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmağa gelip de Rabb’i onunla konuşunca:
“Rabb’im bana kendini göster, sana bakayım! dedi. Rabb’i buyurdu ki: Sen beni göremezsin; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni göreceksin!” Rabb’i dağa tecelli edince onu yerle bir ediverdi, Musa da baygın düştü. Aydınca: Sen yücesin, sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim” dedi. (Araf, 143),
Elmalılı Hamdi Yazır “Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsirinde bu ayeti tefsir ederken şöyle der:
“Rabb’i Hz. Musa’yı (a.s) doğrudan doğruya fakat perde arkasından kelamıyla mutlu edince bu kelamın şevk ve neşesiyle
Allah’ı (c.c.) görme arzusu onda uyandı ve galeyena gelerek “Ey Rabbim bana göster kendini, bakıp göreyim seni”, dedi. Yani perdeyi kaldır bana bizzat tecelli et de didarım göreyim diye yalvardı.
Bunun üzerine Allah Zatındaki bütün azamet ve kudreti ile değil, emir ve iradesinden bir parçasının dağa çarpması ile dağ dümdüz oluverdi ve Musa (a.s) baygın düştü.” (Hak Dini Kur’an Dili, Cild 4, sn. 129)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ŞAHSINDA CEZBE
Peygamber Efendimizin şahsında cezbenin başlangıcı, Hira dağındaki mağarada itikaf yaptığı günlere rastlar.Peygamber Efendimiz o sıralarda her sene belirli bir ayda, yanına bir miktar azık alarak bu mağarada inzivaya çekilirdi. Her yıl tekrarlanan bu ibadet zinciri içerisinde 40 yaşına bastığı yıl, yine Hira dağındaki mağarasında ibadet yaptığı sırada, aniden Cebrail (a.s) kendine göründü. Cebrail (a.s) Peygamber Efendimize yaklaşarak: “Oku” dedi. Peygamber Efendimiz de : “Ben okuma bilmem!”, cevabını verdi. Bu üç defa tekrarlandı. Üçüncü defada Cebrail (a.s) Peygamber Efendimizi iyice kucaklayıp sıkarak “Yaratan Rabb’inin adıyla oku…” dedi. O da okudu. Bu kucaklaşma neticesinde Cebrail (a.s) ile Peygamber Efendimiz arasında manevi bir etkileşim oldu, titremeye başladı ve bundan dolayı müşrikler O’na saralı, hasta gibi yakışıksız sözler söylemişlerdi.
Burada Peygamber Efendimizin titremesi vecd ve istiğrak halinden dolayıdır. Demek ki bunlar Hz. Peygamber’in (s.a) ruhi hayatında mevcuttur.
Sevgili Peygamberimiz Kur’an’ı okunurken duyduklarında kendilerinden geçer, vecde gelirlerdi. Konu ile ilgili olarak rivayetlerin biri şöyledir:
Rasül-i Ekrem (s.a) şöyle buyurmaktadır:: “Hud ve benzeri sûreler beni kocattı.” (Tırmizî, Tefsir, 56) Bu hadis vecd’den haber vermektedir. Zira kocamak, hüzün ve korkudan gelir. Hüzün ve korku ise, vecd demektir. Rivayete göre: İbn Mesud (r.a.) Rasül-i Ekrem’e Nisa süresini okudu da:
“Her ümmetten peygamberlerini şahid getirdiğimiz zaman ve seni de o peygamberlerin sıdkına şahid getirdiğimiz zaman onların halleri nice olur?” (Nisa: 41) ayet-i celilesini okuduğu zaman, Rasül-i Ekrem’in gözleri yaş ile doldu ve: “Yeter” buyurdu. (Buhari, cihad, 7,Müslim, Salatu’l-Musafirin, 2)
ASR-I SAADETTE CEZBE
Sahabe ve Tabiin de Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini dinlerken vecd’e gelirlerdi. Bu hali yaşayan Sahabe ve Tabiin’den pek çok kimse vardır. Bu halde iken kimi sayha eder, kimi ağlar, kimi bayılır, hatta ölenler bile olurdu.
Rivayete göre: Zuhare b. Ebi Evfa Tabiin’in sikalarından idi. İmamlık yapar, Kur’an-ı rikkatle okurdu. Bir gün namazkıldırırken: “Sur’a üfürüldüğü zaman” (müddesir, 8) ayet-i celilesini okuyunca öyle bir sayha etti ki, mihrabta iken hemen düşerek can verdi.
Hz. Ömer (r.a.), bir adamın: “Rabbının azabı elbette vakidir. Onu defedecek (hiç bir şey de) yoktur.” (Tur, 7-8) ayet-i celilesini okuduğunu duyunca olduğu yerde düştü eve götürdüler, bir ay kadar hasta yattı.
İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) Hz. Ali ‘den (r.a) şöyle rivayet eder:
“Ben, Zeyd ve kardeşim Cafer (r.anhum) Peygamber’in (a.s.) yanına gittik. Aleyhissalatü vesselam Zeyd’e (r.a.): “Sen benim kölem ve azadlımsın”, dedi.
Bu iltifata mazhar olan Zeyd (r.a.) bir ayağının üzerinde dönüp durdu. Cafer’e de:
“Sen ahlaken ve fıtraten bana benzersin”, dedi. O da raksa gelip bir ayak üzerinde dönüp durdu. Bana da:
“Sen bendensin”, dedi. Ben de bir ayak üzerinde dönüp durdum

Rabıta Adabı




Şah-ı Nakşibend (k.s) Hazretlerinin müridlerinden birisi huzurunda rabıta yapıyordu. Bir ara müridde manevi hâl zuhur etti. 

Mürşidin uzaktan feyiz vermesi, kalplere tasarrufta bulunması Allahu Teala’nın kâmil velilere verdiği özel bir yetkidir. Allahu Teala velisini seven ve gönlünü onun gönlündeki nura bağlayan kimseye çok özel ikramlarda bulunmaktadır. Buna uzaklık mani değildir. Bunun örnekleri çoktur.
Mürid, mürşidini Allah ile kendisi arasında güvenilir bir rehber görmelidir. Onun Allah rızasına giden yolda en güzel bir vasıta ve vesile olduğunu unutmamalıdır.
Mürşidin uzaktan feyiz vermesi, kalplere tasarrufta bulunması Allahu Teala’nın kâmil velilere verdiği özel bir yetkidir. Allahu Teala velisini seven ve gönlünü onun gönlündeki nura bağlayan kimseye çok özel ikramlarda bulunmaktadır. Buna uzaklık mani değildir. Bunun örnekleri çoktur.
Mesela, Veysel Karanî Hz.leri Resûlullah (s.a.v) Efendimizi hiç görmediği hâlde muhabbet ve ruhaniyet yoluyla kendisinden özel terbiye ve feyiz almıştır. Efendimiz (s.a.v) onu ashabına anlatmış, ismini vermiş, sıfatlarından bahsetmiştir. Ayrıca Hz. Ömer ile Hz. Ali’ye onu ziyaret etmelerini emretmiş ve onlara şu tavsiyede bulunmuştur:
“Onunla karşılaştığınız zaman sizin için istiğfar etmesini isteyin ki Allah sizi affetsin”(Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, II, 96-100; Hakim, Müstedrek, III, 403-404.)işte bu hâle temiz ruhların tanışması, kaynaşması ve yardımlaşması denir. Zaten rabıta birbirini seven ve özleyen ruhların buluşmasından ibarettir.
Kâmil mürşidin uzaktaki müridinin hâllerini Allah’ın izniyle bilmesi ve görmesi mümkündür. Ancak bu görme ve bilme şekli sınırlıdır. Mürşidin Allahu Teala gibi her şeyi gördüğünü ve bildiğini düşünmek haramdır, şirktir. Mürşiddeki bütün yetkiler, feyiz ve nurlar Allahu Teala’nın ikramıdır.
Şah-ı Nakşibend (k.s) bu görüşün nasıl olduğunu şöyle belirtmiştir:
“Veliler her gördüklerini Cenab-ı Hakk’ın kendilerine ikram ettiği feraset nuru ile görürler. Öyle ki bu nur ile baktıklarında uzak ile yakının bir farkı olmaz.”
Kâmil mürşidin sahip olduğu yüksek ahlak, feyiz ve nurlar onun ruhâniyetinden ayrılmaz. Bu ruhaniyet zaman ve mekân ile bağımlı ve sınırlı değildir. Allahu Teala dilediği kullarına bu ruhaniyet yoluyla pek çok faydalar ulaştırır. İmam-ı Rabbani’nin (k.s) belirttiği gibi; bu faydadan bazen mürşidin de haberi olmayabilir.
Bir mürid, devam ettiği rabıtasında şeyhinin sûretini düşünürken müşahede veya kendinden geçme (gaybet) gibi manevi hâllere ulaşırsa rabıtayı bırakıp gelen hâle yönelmesi gerekir.
Şah-ı Nakşibend (k.s) Hazretlerinin müridlerinden birisi huzurunda rabıta yapıyordu. Bir ara müridde manevi hâl zuhur etti. Fakat mürid hâlâ rabıta ile meşgul olmaya çalışıyordu. Şah-ı Nakşibend (k.s) durumu fark etti, müride hitaben: “Bana rabıtayı bırak, sana gelen hâle yönel!” diye uyardı. ( İbrahim Fasih, Mecd-i Talid, 105-106. )
Mürid, bir vasıta olmadan Cenab-ı Haktan vasıtasız ilim ve feyz alma gücüne ulaşamadıkça daima râbıtaya muhtaçtır. Arada bir vasıta olmadan feyz almaya güç yetirince vasıtanın terk edilmesi gerekir. Zira o hâlde vasıtayla uğraşılacak olursa netice manevi gerilemeye gider. Ancak rabıtanın bırakılacağı zamanı mürid değil, mürşid belirler.
Râbıtada mürşid ile mürid arasına kimse giremez, himmet dağıtamaz. Bana yönel ki seni mürşidle buluşturayım, gibi sözler doğru değildir.
Mürşidin sağlığında ondan başkasına râbıta edilmez. Bu iş ortaklık kabul etmez.
Rabıtayı vasıta olmaktan çıkarıp gaye hâline getirmek yanlıştır. Rabıtadan asıl maksat mürşidi düşünmek değil, onda tecelli eden ilahi nur ve rahmeti seyredip Yüce Allah’ı zikretmektir. Vesilelerin maksat kabul edilmeleri doğru değildir. Vesileye muhabbet, Allah sevgisine vesile olursa, kıymetlidir. Yoksa, hayırlı vesile olmaktan çıkar, kalbe perde olur, sahibine zarar verir

26 Ekim 2012 Cuma

Rabıta



SORU: Rabıta-i mürşidin müridi yetiştirme ve olgunlaştırmadaki rolü nedir?

CEVAP: Çok büyüktür. Hadis-i şeriften alınmadır. Peygamber Efendimiz'le sahabesi arasında rabıta vardı. Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in gözünden Peygamber Efendimiz'in hayali gitmediği için, yalnız olduğu zaman bile rahat olamıyordu. Ayağını uzatamıyordu, serbest olamıyordu.

Yâni, rabıta sevmekten kaynaklanır. Ayrıca, bu rabıta dolayısıyla hakîkaten mânevî bir yakınlık ve bağlılık hâsıl olur. Bu bağlılık, mürşide rabıtadan, Rasûlüllah'a rabıtaya götürür insanı... Sonunda insan, Rasûlüllah'la rabıta etme haline gelir. Onun için, bir yetiştirme merhalesidir bu... Bilinenden bilinmeyene doğru yükselmedir. Kolaydan zora doğru ilerlemedir. Bir merhaledir ve şarttır.

Peygamber Efendimiz diyor ki: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz beni annenizden, babanızdan, evlâdınızdan ve bütün insanlardan bile daha çok sevmedikçe, hakîkî müslüman olamazsınız."

Rabıta aslında sevgiden kaynaklanıyor. O sevgi ile, onu düşünmesiyle, onunla mânevî beraberliğini kuruyor. Bu beraberlik kuruluyor.

İnsan rûhî merhalelerde ilerlediği zaman, bu bedene bağlı kalmıyor ruhu... Yusuf (AS), Yâkub (AS)'ı görüvermiş karşısında... Zeliha Hatun kapıyı kapatıp, "Hadi, ikimiz kaldık!" dediği zaman, Yâkub (AS)'ı görüveriyor karşısında... "Ne yapıyorsun evlâdım, bu ne durumdur?.." gibilerden, Yâkub (AS)'ın böyle parmağını ısıraraktan göründüğünü naklederler. Evliyâullahın da böyle görünmesi vardır.

Evliyâullahın ruhları bedenlerinden çıkıp böyle dolaşabilir. Bizim şeyh efendilerimizden birisine demişler ki, "Efendim sizi filânca yerde gördük..." "Evet evlâdım! Demin oraları düşünüvermiştim." demiş. Burdan düşünür gibi bir şeyle, o tarafta onun şeyi görünür. Böyle şeyler olur. Bunlar hep rabıtanın inceliklerinden, detaylarındandır.

Kişinin gözünü kapatıp annesini babasını düşünmesi nasıl tatlı bir şeyse, normal bir şeyse...

--Ne yapıyorsun?..

--Ah, ak sakallı babacığım hatırıma geldi. Nur yüzlü, başörtülü annem hatırıma geldi. Gözümü kapattım, onu hayal ediyorum.

Bunun şirkle bir ilgisi olmadığı gibi, insanın da şeyhini böyle düşünmesi, sevgi bağı olarak lâzımdır ve gereklidir. Sevmesi, sayması, dinlemesi ve böyle düşünmesi feyzinin çok olması için de gereklidir. Bu bir alıştırmadır. Sonunda Rasûlüllah'la görüşme haline gelebilmesi için alıştırmadır, başlangıçtır, birinci bölümüdür işin... Daha ötedeki bölümlerine bir gidiştir. Onun için gereklidir.

SORU: Rabıtada Peygamber Efendimiz'i düşünsek, daha iyi olmaz mı?..

CEVAP: Zâten oraya getirecek. Yâni, Peygamber Efendimiz'i düşünmeye müridin ilk başta kabiliyeti yetmez ve o tecellîye kendisi tahammül edemez. Hocasını düşünmekten başlar. O eğitime alıştıktan sonra, Rasûlüllah'a gelir zâten...

Merdivenin altındaki iki basamağa ne lüzum var?.. Bunlar olmasa üst kata çıkamaz mıyız?.. Çıkamazsın; çünkü, buraya basacaksın, oraya öyle çıkacaksın! Alt merdiven olmadan üst merdivene çıkılmıyor.

SORU: Rabıtaya delil olarak Peygamber (SAS)'in zamanından bir örnek verir misiniz?

CEVAP: Peygamber (SAS) Efendimiz, Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in gözünden hiç gitmezmiş. Evde yalnız olduğu zamanda bile... Hattâ onun hayalinin gözünün önünde devamlı olmasından dolayı, ayağını uzatmaya utanırmış, helâya gitmeye utanırmış. Bu bağlılığın bir misâlidir, fenâ fir rasul olmanın alâmetidir. Rabıta da zâten, o olsun diye yapılan bir çalışmadır.

SORU: Rabıta-i mürşid yaparken mürşid Allah ile kulu arasına girmiyor mu?

CEVAP: Olmuyor. Ne demek Allah ile kul arasına girmek; nerden çıkmış? İlgisi yok!..

İnsan namaza duracağı zaman, "Allahu ekber" derken Kâbe'yi karşısında hayal edecek. Kâbe'ye doğru dönüyor ya... Tasavvur edecek: Mültezem şurada, Hacer-i Esved şurada, Hatîm şurasında, Makàm-ı İbrâhim şurada... Bu Allah'la kulun arasına Kâbe'nin girmesi midir?.. Değil... Böyle bir şey tasavvur edebilir.

İnsan askerdeyken gözünü kapattı, annesini babasını düşündü. "Ah evim, barkım, annem, babam..." diye hayal etti. Bu Allah'la kulu arasına girmek değildir, onunla bir ilgisi yoktur.

Şimdi biz karşı karşıya konuşuyoruz. Mürid de tesbih çekerken şeyhimle beraber çekiyoruz diye düşünüyor; ne var yâni?..

Allah mekândan münezzehtir. Öyle aradan, aralıktan filân da münezzehtir. Araya girmek diye bir şey bahis konusu değildir.

SORU: Rabıta yapılırken mürid şeyhi ne olarak görmelidir? Rabıtaya şirk diyenlere verilecek aklî ve naklî deliller nelerdir?

CEVAP: Rabıta ile ilgili Necib Fâzıl merhumun güzel bir kitabı vardır. Hâlid-i Bağdâdî Efendimiz'in Rabıta Risâlesi'nden faydalanarak, kendisi de birtakım görgülerini katarak yazmış. Onu okumanızı tavsiye ederim.

Allah-u Teâlâ Hazretleri,

(Ve kûnû maas sâdıkîn) "Sadık kullarımla beraber olun!" buyuruyor. Yâni "Onlar gibi olun, onların yanında olun, onların cephesinde olun, onların gittiği yolda, onların safında bulunun!" mânâsına geliyor. Onun mânevî tatbikatı, mânevî bakımdan beraber olmak, böyle rabıta ile sağlanıyor.

İnsanın hocasıyla beraber olması, vaazını dinlemesi, nasihatını dinlemesi, dinini ondan öğrenmesi lâzım!.. Bu her zaman mümkün olmuyor. Hem insanlar muhtelif yerlerde oturuyorlar, uzak diyarlara gitmiş oluyorlar. Hem de, günün bir kısmının istirahatle geçmesi gerekiyor. Günün her saatinde insanın hizmette olması da kolay olmuyor. O bakımdan rabıta yapılıyor.

Rabıta yapıldığı zaman, mürid şeyhinin huzurunda olmuş oluyor. Onu denetleyici olarak da düşünebilir. Sevdiği bir kimse olarak, hocası olarak onu karşısında hayal edecek, zikri beraber yaptığını düşünecek.

Rabıtanın şirk olmasının hiç bir aslı, esası, dayanağı yoktur. Çünkü, insanın gözünü kapatması serbesttir. Gözünü kapattığı zaman sevdiği bir insanı düşünmesi serbesttir. Bunun şirkle hiç bir ilgisi yoktur. Onlar herhalde tasavvufu bilmiyorlar veya rabıtayı bilmiyorlar, böyle bir görüşe saplanıyorlar. Ya da İbn-i Teymiye'nin filân kitaplarını iyi okumuyorlar.

Ben şöyle onların kitaplarını ve o kitaplardan alınan özetleri okuyunca, baktım o da bizim gibi düşünüyor. Tasavvufa saygılı, bu gibi pek çok konuda oldukça güzel ifadeleri var... Demek ki yarım bilgili olan insanlar, meseleyi anlamadıkları için yalan yanlış konuşuyorlar.

Şirk Allah'a ortak koşmak demektir. Allah'a ortak koşmakla ilgili herhangi bir şey burda olmadığı için, öyle bir husus yoktur. İnsanın sevdiği bir kimse ile beraber olmak istemesi, beraberliğini düşünmesi şirk değildir.

Birçok mânevî faydaları var... Feyz almak bakımından, insanın yetişmesi bakımından fevkalâde önemli...

Râmûzül Ehâdis'te bir hadis-i şerif var; Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: ÇBir geniş arazide, çölde giderken hayvanınız ürktü, kaçtı. Yardım edecek bir kimse de yok... Çölde uçsuz bucaksız dağların, kum tepelerinin arasında kayboldu. Bulmanız mümkün değil... Kaldınız çaresiz... Sular orda, yiyecek orda... Kumların üstünde bata çıka sizin yürümeniz mümkün değil... Yandınız, mahvoldunuz. Böyle bir durumla karşılaştınız. Ne yapacaksınız?..

--Deyiniz ki: "(Yâ ricâlallah!) Ey Allah'ın erleri, Allah'ın ricâli!.. (eğîsûnî) Bana yardım edin! (eînûnî) Bana yardımcı olun, benim imdadıma yetişin!" diye böyle söyleyin! Çünkü, Allah'ın sizin görmediğiniz maddî mânevî erleri olur, evliyâullahı olur; onlar imdada yetişirler." diye Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor.

Onun için, Peygamber Efendimiz böyle deyin dediğine göre, Allah'ın evliyâsına da böyle selâhiyet verildiğine göre; hani ondan yardım istese bile, yine bir mahzuru yoktur. Çünkü, mahzuru olsaydı, Peygamber Efendimiz tavsiye etmezdi. Onun için bu şirk lafı bir taassubdan kaynaklanıyor.

Bir takım insanlar tasavvufa düşman olmuşlar. Bu tasavvuf düşmanlığını İngilizler körüklemiş. Meselâ geçtiğimiz asırda, İngilizler Osmanlı'yla çeşitli cephelerde harb ederken, iki büyük tehlike tesbit etmişler:

1. Hac

2. Tasavvuf, tarikatlar

Neden?.. Hacca gittiği zaman müslümanlar, dünyanın dörtbir yerinden gelip bir yerde toplanıyorlar. "İngilizler falanca yerde şöyle yaptı, böyle yaptı... Ona karşı şöyle tedbir alalım, böyle tedbir alalım!.." diyorlar. Ondan dolayı İngilizlerin başarısı veya gayrimüslimlerin, İslâm'a suikast için çalışanların oyunları bozulmuş oluyor. Onun için hacca düşmanlar...

O zamandan başlamışlar, hac mevsimi geldiğinde haccı engellemeye... İşte, "Salgın hastalık var!" filân diye yalan dolan haberler yaymağa... Bu, yakın zamanlara kadar devam etti. Sonra birden salgın hastalıklar filân hepsi kalktı. Yalanmış demek ki...

Yâni, hac mevsiminde ilkönce "Bir salgın hastalık var!" diyorlardı. "Gidersen, ölürsün!" diyorlardı. Hastaneye havale ediyorlardı, seyahat hürriyetini tahdit ediyorlardı. Doktorların keyfine kalıyordu. Rapor vermeyince, adam burda kahrından ölüyordu. Saçma sapan şeyler... Şimdi bak hiç bir şey olmuyor elhamdü lillâh... Yalanları ortaya çıktı.

Bir de bu tarikatlardan, tasavvuftan has müslüman yetiştiği için çok korkmuşlar. Meselâ deniliyor ki, "Hâlâ Orta Asya'da, Türkistan'da, Rus diyarlarında bozulmadan duran insanlar, bu tarikat sayesinde, tasavvuf sayesinde korunabilmişler, Rus baskılarının karşısında durabilmişler." diyorlar.

Ayrıca bir de hilâfet meselesinden çok korkuyorlardı. müslümanların halifesi olursa, ödleri patlıyor. Neden?.. O zaman, "Azerbaycan'da Ruslar saldırmış, ona karşı tedbir alın!.. Bulgaristan'da Bulgarlar şöyle yapmış, ona karşı tedbir alın!.." dediği zaman, tüm Ümmet-i Muhammed ayağa kalkacağından, böyle bir merkeze bağlılığı istememişler. Halbuki onu kurmak, her müslümanın boynuna vacib!.. Çok önemli bir şey... Çünkü dağınık olduğun zaman, düşman tek tek yakalayıp mahvediyor. Kuzucukları birer birer kurtlar parçalıyor.

O bakımdan böyle şeyler olduğundan, bir tasavvuf düşmanlığı almış gitmiş. Suud'da korkunç bir tasavvuf düşmanlığı var... İran'da kendine göre bir acaib tasavvuf düşmanlığı var... Radikal müslüman dediğimiz, yeni müslüman kardeşlerde bir tasavvuf düşmanlığı var...

Kur'an-ı Kerim'de zikir emri var... Seksen doksan yerde Allah-u Teâlâ Hazretleri zikri emrediyor. Nefsi terbiye etmek, tezkiye etmek vazifesi Kur'an-ı Kerim'de var:

(Kad eflaha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.) "Nefsini terbiye eden kimse kurtulmuş, onu fenâlıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." Ahlâkı güzelleştirme emri Kur'an-ı Kerim'de var... Nefsin oyunlarına karşı tedbir almak, şeytanla mücadele etmek meselesi var... Tasavvufun tüm konuları Kur'an-ı Kerim'in emirlerinden çıkmış, hepsi Kur'an-ı Kerim'de var... Sen bunları nasıl inkâr edersin, zikri nasıl inkâr edersin?.. İslâm'ı bilip tasavvufu inkâr etmek mümkün değil... Ama cahiller tutturmuşlar, öyle gidiyorlar.

Biz de bunların yanlışlığını belirtmek için mecmualarımızda en alim kimselerle röportajlar yaptırıp yayınlıyoruz. Büyük mezheb imamları tasavvuf hakkında ne demişler, onların sözlerin yazıyoruz. İmam-ı Azam böyle buyurmuş, İmam Şafiî böyle buyurmuş, İmam Mâlik böyle buyurmuş, Ahmed ibn-i Hanbel böyle buyurmuş... Şu zâtı medhetmiş, bu şeyhe bağlanmış filân diye onları yazıyoruz ki, millet bu oyunun tesiri altında kalmasın diye...

SORU: Rabıta Allah'la kulun arasına girmek midir?

CEVAP: Muhterem kardeşlerim! Rabıta, irtibat mânâsına geliyor, ilgi kurmak, irtibatlı olmak mânâsına geliyor. Nasıl hani, İstasyonu arayıp düğmeyi çeviriyorsunuz; ilgiyi kurduğunuz zaman, o radyo istasyonunun yayınını alabiliyorsanız, böyle bir ayarlama gibi bir şey olmuş oluyor.

Rabıta, bir sevgi bağlantısıdır, bir saygı bağlantısıdır. O bakımdan... Şimdi bir insan hocasıyla beraber, şeyhiyle beraber bir yerde olsa güzel olur. Aynı mecliste olsalar, sohbetinde bulunsa, sözünü dinlese; beraberce ellerine tesbihleri alsalar, zikirleri yapsalar güzel olur. Bu böyle olmadığı zaman, gözünü kapatacak, mürşidiyle irtibatını kuracak, mürşidini karşısında tasavvur edecek... O da onun karşısında oturmuş, mübârek bir mecliste beraberlermiş diye göz önüne getirecek... Böyle gönül aleminden bir irtibat sağlayacak... Bu irtibata rabıta deniliyor.

Böyle mürşidiyle bir irtibat kurduğu zaman; ziyaretine gittiği zaman, aynı mecliste beraber zikir yapsalar nasıl oluyorsa, orda da öyle bir durum oluyor. Beraber zikretmiş olacaklar, irtibat kurmuş olarak zikretmiş olacaklar. O zaman, böyle bir bağlantı kurulduğu zaman, mürşidindeki füyûzat ve mânevî berekât kendisine intikal eder. O bağlantının bereketiyle kendisi çok feyizyâb olur ve yaptığı ibâdetin tadını duyar, faidesini görür.

Böyle bir fenâ fillâh-beka billâh makamına ermiş mürşid-i kâmil ile irtibat kurduğu zaman insan, istasyonu bulmuş gibi oluyor yâni... O zaman kendisi çok istifade eder. Büyüklerimiz böyle diyorlar. Bu bir sevgi bağlantısıdır ve kısa zamanda müridin terakkî etmesi için gerekli bir çalışmadır.

Bunun hem asrımızın modern ilimlerinden, hem de tarihimizden ve dinimizden çok misalleri vardır. Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz, Rasûlüllah Efendimizi her zaman karşısında görürmüş. Hattâ utanırmış. O kadar böyle canlı bir tarzda karşısında görürmüş ki, utanırmış ayağını filân da uzatamazmış. Yanında değil ama, yanında gibi... İşte buna fenâ firrasûl makamı derler. Yâni, nereye baksa Rasûlüllah'ı görüyor; Rasûlüllah'ı görür hale gelmiş oluyor.

O hale ermek için de, ilkönce fenâ fişşeyh makamı denilen hale ermiş olmak, şeyhini görür hale gelmek lâzım ki; ordan fenâ firrasûl makamı nasib olsun, ordan fenâ fillah makamı nasib olsun diye, büyüklerimiz böyle bu meseleyi açıklamışlardır.

Bir de bazı kitaplarda belirtiliyor ki, Yusuf Aleyhisselâm'ın hikâyesinde, tam öyle Zelihâ valide kapıları kapatıp da, "Gel bakalım!" dediği zaman;

(Lev lâ enraâ burhâne rabbihî) diye bildiriliyor ayet-i kerimede... "Rabbinin burhanını gördü, kendisine hakim oldu, uymadı. Kapıya doğru kaçtı." diye bildirildiği sırada, o gördüğü burhan nedir diye bazı kimseler diyorlar ki rivâyetlerde: Babası Ya'kub (AS)'ı karşısında görmüş... Ya'kub (AS)'ın hayalini aynen karşısında görmüş. Babası karşısında... Evlâdına böyle bakıyor. O zaman kendisine daha iyi hakim olmuş, o teklife karşı direnmiş.

O bakımdan bu işin bir takım mânevî tarafları vardır. O vazifeyi yapan insanlarda da böyle bazı şeyler hasıl oluyor.

Evliyâullahın işleri, bizim bildiğimiz şu dünya hayatındaki işlerimizden biraz farklı oluyor. Şimdi Pakistan'dan birisi bana bir mektup gönderdi. Türkiyeden Pakistan'a gitmiş. Benden de cevap istiyor. "Rüyamda Mehmed Zâhid Hocamız'ı gördüm." diyor, gördüğü şeyleri anlatıyor: "Heyecandan uyandım. Yatakta yanımda yatan hanımım: 'Şimdi odadan dışarıya çıkan ihtiyar zâtı sen de gördün mü?' dedi. 'Yok!' dedim. 'Nasıl bir kimseydi anlat bakalım!' dedim. Tıpkı Hocamız'ı tarif etti." diyor. Evet, rüyasında görünmüş buna ama, yanlarına da ruhaniyetiyle gelmiş. Karısı da görmüş de, soruyor rüyayı gören kimseye: "Gördün mü, şu kapıdan çıkan zâtı? Sırf ben mi gördüm, sen de gördün mü?" diye...

Aynı şeyi, bizim burda bir Lütfullah kardeşimiz vardı, --Allah rahmet eylesin, cennet mekânı olsun-- o anlattı. Kıztaşı'nda apartmanda otururlardı. "Bir gün odada yemeğimizi yedik. Ben de odadan sofaya çıkmak istedim. Sofanın elektriği kapalı, karanlık sofa... Kapıyı tam açtım, karanlıkta Mehmed Zâhid Hocamız böyle karşımda duruyor... Ben ona bakıyorum, o bana bakıyor... Korkulacak bir değil ama, heyecanlandım, tüylerim diken diken oldu. Sırtımdan bir soğuk ter boşandı. Ondan sonra yavaş yavaş Hocamız karşımdan kayboldu." dedi.

Şemseddin-i Sivâsî Hazretlerini anlatıyorlar: Müridiyle kapıdan çıkmış, şöyle bir duvara yaslanmış, şöyle bir müddet durmuş, gözleri kapalı... Müridi diyor ki:

"--Ne oldu efendim, rahatsızlandınız mı?.."

"--Hayır evlâdım, rahatsızlanmadım. Buna rahatsızlık demezler, buna insilâh derler. İnsanın ruhu bedeninden çıkar, o zaman böyle beden böyle şeysiz kalır. O hal oldu da onun için böyle oldu." diyor.

Yâni, bu tasavvufî hayatın ihlâslı, aşık-ı sâdık mensuplarına Allah-u Teâlâ Hazretleri, başta sizin ve bizim kolay anlayamayacağımız, mânevî bir takım haller nasib ediyor. Rabıta da öyle bir hal olmuş oluyor. Yapan görür.

SORU: "Rabıta şirktir, İslâm'da delili yoktur." diyorlar; ne dersiniz?

CEVAP: Hayır! Allah'tan başka bir tanrı düşünmek şirktir. Rabıta ise, hayalinde şeyhini tahayyül etmektir. Bu şirk değildir.

Hayal kurmak yasak değildir. İnsan sevdiği için annesini babasını düşünebilir gözünü kapattığı zaman... Memleketini düşünebilir. Yaz mevsimini, tatili vs. yi düşünebilir... Gözünü kapatır, Kâbe-i Müşerrefe'yi, Medine-i Münevvere'yi düşünebilir. Bunun gibi hocasını düşünebilir.

Hocasını hayalinde karşısında düşünür, bu gayet normaldir. Şirk, Allah'ın birliğini kabul etmemek demek; bununla bir ilgisi yok...

Rabıtayı bilmiyorlar, uzaktan uzağa tenkid ediyorlar. Ne olduğundan haberleri olmadığı şeyleri tenkid ediyorlar.

SORU: Şeyh ile rabıta yapmanın bid'at olduğu söyleniyor; ne dersiniz?

CEVAP: Hayır, bid'at değildir. Taa Peygamber Efendimiz'in zamanına kadar giden geçmişi vardır. Hattâ Kur'an-ı Kerim'de ona dair işaretler vardır. Bu bir mânevî haldir. İnsan o çalışmayı yaptığı zaman hasıl olur. Bu bid'at da değildir, şirk de değildir, yanlış da değildir. Güzeldir, iyi bir tasavvufî çalışmadır ve faydalıdır.

SORU: Rabıtada tahayyülde zorluk çekiyorum, ne tavsiye edersiniz?

CEVAP: Şeyhinin sohbetine fazla devam etsin. Sevgisi ziyadeleşince olur.

SORU: Resimle rabıta olur mu?

CEVAP: Olmaz, uygun değil!.. Pis suyla abdest alınır mı?.. Resimin ancak bir takım meşrû sebeplerle müsaadesi var... Sen onu meşrû sebepler için kullanabilirsin. Pasaport çıkacak, tapuda lâzım, bilmem nerde lâzım; orda kullanabilirsin. Onun dışında öyle resimle rabıta yapmak bid'attir, uygun değildir. Tarikatta bid'attır, böyle şey olmaz!.. O hocasına, usûlüne uygun olarak rabıta edecek, resimle yapmayacak!..

Semerkand sohbetleri # 6


1.Bölüm 
 
2.Bölüm 
 
3.Bölüm 

17 Ekim 2012 Çarşamba

NİKÂH



SORU: Evlenmek istediğim kızla rahat görüşebilmek için, evlilik hayatına başlamadan önce dinî nikâh  yapabilir miyim; böyle bir şey olur mu?.. 

CEVAP: Nikâh nikâhtır. Bunun birkaç çeşidi yoktur. Nikâhlandı mı, bunlar evli olurlar, mehir tahakkuk eder. O zaman istedikleri gibi rahat konuşabilirler birbirleriyle; nikâhlı insanlar olurlar. 

Ama nikâlanmadan da bu işler olur. Asırlar boyu böyle devam etmiştir, bir mahzuru yoktur. Hiç görmeden de birbirleriyle evlenenler olmuştur. Anneler, akrabalar gelirler, giderler hallederler. 

Buna bir cevap olarak başka bir soru var; bu da diyor ki: 

SORU: Biz bir oğlan ve kız arasında şer'î nikâhı yaptık. Arada ihtilâf oldu, büyüdü, bozuşma durumuna geldi. Kız tarafı biz boşuyoruz diyor, oğlan tarafı boşamam diyor. Hüküm nedir? 

CEVAP: Boşanamazlar!.. İşte böyle ihtilâflar çıkar. Millet bu nikâhın önemini bilmiyor. Hadi bir şer'î nikâh yapıyorlar, karı-koca oluyorlar. Düğün yapılmamış bir karı-kocalık hâli oluyor. Ondan sonra bozuşuyorlar; o başkasıyla evleniyor, öbürü başkasıyla evleniyor. Halbuki başkasının hanımı... 

Bu nikâh oyuncak değildir. Ya bunu ciddî olarak tatbik etsinler, nikâhlılarsa ona göre hareket etsinler, ayrıldıkları zaman mehrini vermek şartıyla... Ya da yapamayacaklarsa; o zaman nikâhlanmadan, nişanlılık durumuyla, resmî bir tarzda, bu işleri evleninceye kadar yürütsünler. 

SORU: Nişanlı iken dînî nikâh kıyılmış, düğünden önce ayrılmışlarsa, nikâhın fesholması için ne yapmak lâzım?.. 

CEVAP: Nikâhın feshi erkeğin elindedir. Erkek "Boşadım!" dediği zaman, nikâh biter. Zifaf olmadığı için, mehrin yarısını kıza vermesi gerekir. 

SORU: Mehir verilmeden olan evlilik zinâ mı? 

CEVAP: Hayır!.. Mehir verilmeden, normal nikâh kıyılmış da evlenilmişse zinâ değildir. Yalnız erkeğin  kadına mehr-i misil verme mecburiyeti olur, o kadar... 

Konuşulmamış, tayin edilmemiş, şimdi burda kadının ne kadar mehir hakkı var?.. Emsali kadınların mehri ne kadar oluyorsa, o kadar mehir verilir. 

Nikâh sahihtir, zinâ değildir; erkek üzerinde mehir borcu vardır. 

SORU: Ben bir yıl evvel sözlendim ve ardından nikâhımız yapıldı. Sözlüm dindar birisi olduğu için, yöremizdeki adetlere karşı... Ailem ona muhalefet etti. Babam her içeri girip çıktığında nişanlımın ayağa kalkmasını istedi. O da, "Ben bunu yapamam! Hocalarımız bile bizden bunu istemiyor." diye karşılık verdi. Babam nikâhlımdan tamâmen ayrılmamı istiyor. Ben nikâhlı olduğum için ayrılmak istemiyorum. Nikâhlım da ayrılmak istemiyor, "Ailen ne derse desin, beni tercih etmelisin!" diyor. Beyimi tercih edince ailemden kopacağımı düşünüyorum. Ne yapmamızı tavsiye edersiniz? 

CEVAP: Yapılacak şey gayet net, bilinmeyen bir durum değil... Nikâhlı olduğu için, kocasını tercih edecek! 

Kocasının o ayağa kalkma konusundaki ısrarı, inadı doğru değil... Çünkü, Peygamber (SAS) Efendimiz, Sa'd Hazretleri gelirken, (Kumû liseyyidiküm!) "Efendiniz için ayağa kalkın!" buyurmuş. Yâni, kavminizin ulusu, hürmete şâyan şahsı geliyor diye kalkmalarını istemiş. Baba için kalkılabilir, örfümüzde vardır. Örfe önem veriyor İslâmiyet... O bakımdan kalkmam demesi doğru olmamış nişanlısının... 

Tavsiyem, kocasına uyacak; annesine babasına durumun ciddiyetini anlatacak, "Ben mecburum, nikâhlanmış bulundum." diyecek, onları yumuşatmağa çalışacak. Kocasına da, "Bak, kakmakta, hürmet etmekte bir beis yokmuş. Sen de nobranlığı bırak, biraz geçimli ol!" filân diyecek. 

SORU: Beyim tartışırken bana çok kızdı, "Seni bırakacağım!" dedi. Fakat sonra kızgınlığı geçince, söylediğine pişman oldu. Acaba bu sözle nikâhımıza bir zarar geldi mi? 

CEVAP: Nikâhınıza bir zarar gelmez! Bırakacağım deyince, ileriye doğru, gelecek zaman kasdedildiği için, bir şey olmaz. 

SORU: Nişanlı iki kimse nikâhlı sayılır mı? 

CEVAP: Nişan nikâh sayılmaz! Nikâh akdi yapılmadan; yâni, 

"--Sen buna vardın mı?" 

"--Vardım." 

"--Sen bunu aldın mı?" 

"--Aldım." 

"--Tamam mı?" 

"--Tamam!" diye nikâh akdi mün'akid olmadan, sözleşme yaplmadan yüzük takmakla, nişan yapmakla evlilik olmaz. O nişandır, sadece bir sözdür; nikâhın yerini tutmuyor. 

Hattâ nikâh kıyan insan işin inceliğini bilmese de, "Sen bu zâta varır mısın?" dese; o da "E, varırım!" dese yine olmaz. "Ne zaman varacaksın?.." "Varırım işte bakalım..." Zaman belli olmadığı için, o zaman bile olmaz. 

Onun için, 

"--Sen bu kızı aldın mı?" 

"--Aldım!" 

"--Sen de buna vardın mı?" 

"--Vardım!" diyoruz. Mâzî (geçmiş zaman) sigasıyla söylüyoruz ki, iş bitti mânâsına gelsin diye... Onun için, nişan nikâh demek değildir. Nikâhlanmak şarttır, nişanlanmak yeterli değildir. O bir tanışıklık oluyor. 

O zaman birbirlerine tesettürlü olmaları gerekiyor. Nikâhlarını yapıncaya kadar, diğer erkeklerin diğer kadınların birbirlerine durumları gibi oluyor. Yâni, o kadın sokağa çıktığı zaman, çarşıda pazarda, bakkala fırına gittiği zamanki gibi; o erkek de çarşıda pazarda, sokakta bir başka kadınla karşılaştığı gibi, dikkat etmesi gerekiyor. 

SORU: Belediye nikâhı ile evlendik. Dinî nikâh yaptırmadık. Bir çocuğumuz da oldu. Komşular, "Dinî nikâh yoksa, çocuğunuz piçtir!" diyorlar. Bizi aydınlatır mısınız? 

CEVAP: Nikâh iki kişinin, erkekle hanımın, beyle hanım efendinin icab ve kabulü ile olan bir akiddir, bir anlaşmadır. Bu tek başına yapılırsa olmaz. Şahitler huzurunda olacak ki, suistimal edilmesin. 

Ama bu, şahitler huzurunda olduğu zaman; tamam... Şahitler şahitlik ediyorlar ki; bunlar düğün yapmış, zina bahis konusu değil... Normal evleniyorlar bunlar, bu işin içinde sahte bir durum yok... 

Şahitli isbatlı olunca, kayıtlı kuyudlu olunca, nikâhtır bu... Bunda şek şüphe yok... Ama, dua olmayınca, usulüne uygun kıyılmayınca bazı eksiklikler olabilir. Nikâh memurlarının ifadelerine, soruyu  soruş şekline, cevabı alış şekline dikkat etmesi lâzım!.. Eğer böyle bir nikâh olmuşsa, evlilik tamamdır. 

Tabii, kardeşimiz dinî nikâh yaptırmamakla bir kusur işlemiş, bir hayırdan, bereketten mahrum olmuş oluyor ama, öyle çocukların gayrimeşrû çocuk olması gibi bir durum yoktur. Onu boş yere üzmüşler.  Çocukların da nesebi sahihtir; çünkü, nikâhla olmuştur. 

O bakımdan Allah'ın izniyle, çocukları da sıhhatlidir, nikâhları da sağlamdır. Ama yakın zamanda bir de güzel dinî nikâh yapsınlar. Bu işin hayır, bereket, mübareklik meselesi vardır; onu da sağlasınlar. 

SORU: Memleketimizde insanlarımız Avrupa'da çalışabilmek için burada resmî nikâhlarını bozuyorlar.  Avrupa'da oralı kadınlarla nikâh yapıp ecnebî kadınlarla evleniyorlar. Böylece orada oturum almaya hak kazanıp çalışıyorlar. Sonrada izne gelip buradaki hanımlarıyla karı-kocalık vazifelerinde bulunuyorlar. Resmî nikâhı bozma şahit huzurunda oluyor. Bunun hükmü nedir? Konya'nın bir çok ilçesinde bu tür olaylar oluyor, açıklamanızı rica ederiz. 

CEVAP: Aziz ve muhterem kardeşlerim! Şakası olmayan bazı işler vardır, şakası hiç yoktur. Şakası da ciddîdir, ciddîsi de ciddîdir. Meselâ, köle âzâd etmek... "Seni âzâd ettim!" dediniz kölenize... Sonra, "Gel buraya, şaka yaptım. Azâd eder miyim, senden vaz geçemem; etmedim!" deseniz olmaz. "Azâd ettim!" dediniz mi, âzâd olur. "Şaka ettim..." Şakası olmaz bu işin... 

Bunun gibi ciddî işlerden birisi de nikâhtır. Şahitler huzurunda "Ben bu kadını boşadım!" diyor. İtibar sözedir, içteki niyeti muteber değil... O söz söylendi mi, boşanma olur. tekrar nikâhlanmadan o kadın ona helâl olmaz. Bu işin hükmü budur. Allahu a'lem... 

SORU: Bir kimse kalbinden boşama fikri geçirse, bu hanım boş olur mu? 

CEVAP: Olmaz! Öyle bir düşünceden dolayı, sırf kalbinden düşündü diye, içinden geçirdi diye boş olmaz; müsterih olsun. Şeytan öyle vesveseler verir insana da, ondan sonra da böyle gecesini gündüzünü birbirine karıştırır. Öyle vesveselere pabuç bırakmayın, aldırmayın!.. 

SORU: Bazı yerlerde nişanla birlikte nikah da yapılmaktadır. Bu durumda nişan ile düğün arasında uzun süre geçmesinin hükmü nedir? 

CEVAP: Bu tarafeynin kendisine kalmış bir şeydir. İki taraf, kız ve oğlan tarafı isterse, istediği zaman nikâhı yapar, nikâhlanmış olur. Dinen böyle... Şartlarına uygun olarak nikâh yaptığı zaman, nikâhlanmış olur. Ama resmen nikâhlanmadığı zaman, arada bir bozuşma olduğu zaman, bu evli gibidir. Evliliğin şartlarına riayet etmesi gerekir. Kimisi bohçayı kaptığı gibi, "Tamam, alâkamız bitti." diyor gidiyor. Halbuki, evli kalıyor. O gidiyor ötekisiyle evleniyor, bu gidiyor berikisiyle evleniyor. Bu işi iyi bilmediklerinden hatalı şeyler çok oluyor. 

Bizim Hocamız onun için tavsiye etmiş ki, "Resmî nikâhı yaptıktan sonra dinî nikâhı yapın ki, böyle cahilliklerden dolayı bir takım saçma şeyler yapılmasın!" diye... 

Nişanlı olan bir insanın ille nikâhlı olması diye bir mecburiyet yoktur. Nişanlılık devresinde de, normal  ölçüler içerisinde konuşursa, günah olmaz. Orasını da söyleyelim. 

Allah nişanlanan ve evlenen kardeşlerimize huzurlar, afiyetler nasib etsin... Bereketli, hayırlı olsun... 

SORU: Bir kız, babasının daha sonra izin vereceğini bilirse ve zaruret durumu varsa, babasından habersiz nikâh kıydırabilir mi? 

CEVAP: Nikâh hususunda bizim mezhebimizde esas olan kişilerin kendileridir. Şafii mezhebinde ve bazı mezheblerde velisinin izni de şarttır. Ama her şeyi usûlüyle yapmak için, hakkı olanlara sorarak nikâhı güzel yapmak olabilir. Ama bazan anneler babalar dinsiz oluyor, müslümana vermek istemiyorlar, açık kimseye vermek istiyorlar... Böyle garip durumlar olabiliyor. Esas itibariyle hak kendisinindir bizim mezhebimize göre... 

SORU: Fazla bilgim yok ama, beni hoca bilip nikâh kıymak için çağırıyorlar, gideyim mi? 

CEVAP: Nikâh iki kişi arasında bir akittir, anlaşmadır, hukukî bir işlemdir. Ama bu şahitlerin huzurunda oluyor. Tabii, hoca efendilerin bu nikâhı kıyması, bereket olsun, dualı olsun, besmeleli olsun diyedir. Aslında hoca ne kadar kıysa, birisi evet demedikten sonra, öteki evet demedikten sonra nikâhlanmış olmazlar. İkisi arasında oluyor işlem... 

Onun için ikisine şöyle şeriatın gösterdiği adab ve ifadelerle sorup, aldım-vardım dedirten bir kimse nikâh kıyabilir. Bunun için başka bir şeye hacet yok!.. 

SORU: Şehrimizde bir hoca kardeşimiz, 32 farzı bilmediği için bir damadın nikâhını kıymadı. Acaba nikâhın sahih olması için 32 farzı bilmek şart mı? 
CEVAP: İnsan, "Lâ ilâhe illallah" dediği zaman mü'min oluyor. Ama, öteki şeyleri bilmeyince, cahil olmuş oluyor. Onları kısa zamanda öğrenmesi lâzım!.. "Lâ ilâhe illallah" deyip mü'min olan, henüz ötekileri öğrenmemiş durumda olan bir kimse, mü'min olduğundan nikâhı kıyılır. "Bunu öğren!" demek  lâzım ama, kıymamak uygun olmamış. 

Semerkand sohbetleri # 4



1.Bölüm 
 
2.Bölüm 
 
3.Bölüm